16 Eylül 2014 Salı

Haset, Kıskançlık ve Açgözlülük - Othello'ya Dair

     Haset, kıskançlık ve açgözlülük arasındaki farkları görmek gerekir. Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var: Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan en eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasına bir üçüncü kişi girmiştir.

     Açgözlülükse özneyi sürekli uyaran ama doyurulması imkansız bir istektir, hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin verebileceğinden fazlasına yönelen bir istek. Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip tüketmeye ve tümüyle yutmaya yönelir esas olarak; başka bir deyişle, amacı yıkıcı içe yansıtmadır. Oysa haset sadece böyle bir gaspla sınırlı kalmaz; aynı zamanda anneye ve öncelikle memesine kötülük koymak, kötü dışkıları ve benliğin kötü parçalarını anneye ve memesine yerleştirmek ister. Bunun anlamı, annenin yaratıcılığının bozulması, tahrip edilmesidir...Açgözlülükle haset arasındaki temel bir farklılık -çok kesin bir sınır çizgisi çekilemeyeceğini bilsek de- açgözlülüğün esas olarak içe yansıtmayla, hasetinse yansıtmayla bağlantılı olmasıdır.

     Kısa Oxford sözlüğüne göre, kıskançlık, aslında bizim olan bir "iyi"nin başka biri tarafından alınmasını ya da ona verilmesini içerir. Bu bağlamda, "iyi"nin temelde iyi meme, anne ya da sevilen bir insan olarak yorumlanmasından yanayım. Crabb'in İngilizce Eşanlamlı Sözcükler'ine göre, "...kıskançlık elinde olanı yitirmekten korkar; hasetse, kendi istediğinin bir başkasında olduğunu gördüğü için acı duyar... Hasetli kişi, haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar. Ancak başkalarının sefaleti huzur verir ona. Bu yüzden, hasetli kişiyi tatmin etmeye yönelik her tür çaba nafiledir." Kıskançlık, Crabb'e göre, "nesnesine bağlı olarak, soylu ya da aşağılık bir duygu olabilir. Birinci durumda, korkuyla bilenmiş rekabettir. İkinci durumdaysa, korkunun körüklediği açgözlülüktür. Hasetse her zaman aşağılık bir duygudur, en kötü duyguları da peşinden sürükler."

     Kıskançlık karşısındaki genel tavır, hasete gösterilen tavırdan farklıdır. Hatta bazı ülkelerde (özellikle Fransa'da) kıskançlık nedeniyle işlenen cinayetlere daha az ceza verilir. Bunun temelinde, rakibi öldürmenin ancak sadakatsiz kişiye sevgi duyma durumunda söz konusu olabileceğine ilişkin evrensel bir seziş yatmaktadır. Bu da, yukarıda söylenenler ışığında, "iyi"ye sevgi duyulduğu ve sevilen nesneye hasette olduğu gibi zarar verilmediği anlamına gelir.




     Shakespeare'in Othello'su, kıskançlık yüzünden sevdiği nesneyi öldürür; bu kanımca, Crabb'in "aşağılık kıskançlık duygusu" olarak nitelediği tavrın bir örneğidir: Korkunun körüklediği açgözlülük. Aynı oyunda, ruhun içkin bir özelliği olarak kıskançlığa değinen başka pasajlar da vardır:

But jealous souls will not be answer'd so; (Ama kıskanç ruhlar bakmazlar buna)
They are not ever jealous for the cause, (Böyleleri bir sebeple kıskanmazlar ki)
But jealous for they are jealous; 'tis a monster (Kıskanç oldukları için kıskanırlar)
Begot upon itself, born on itself. (Kendini dölleyip kendini doğuran bir canavardır kıskançlık)

     Çok hasetli insanın tatmin edilmesi imkânsızdır; hiçbir zaman tatmin olamaz, çünkü haseti kendi içinden kaynaklanmakta ve böylece her zaman yönelecek bir nesne bulmaktadır. Bu, kıskançlık, haset ve açgözlülük arasındaki yakınlığı da gösterir.

     Shakespeare, hasetle kıskançlığı her zaman birbirinden ayırt etmiyor gibidir; Othello'dan şu dizeler, burada tanımladığım anlamıyla hasetin özgüllüğünü ortaya koyar:

Oh beware my Lord of jealousy; (Ah efendim sakının kıskançlıktan)
It is the green-eyed monster which doth mock (Beslendiği eti alayla küçümseyen)
The meat it feeds on... (Yeşil gözlü canavardır o)

     İnsanın aklına, "kişinin kendini besleyen eli ısırması" deyimi geliyor -memeyi ısırma, tahrip etme ve bozmanın eşanlamlısı...


Melanie Klein / Haset ve Şükran

* Görsel : Alexandre-Marie Colin - Othello and Desdemona (1829)

11 Eylül 2014 Perşembe

Unutuşun Kıyıları

"Ölümün değdiği kişileri güzelleştirdiği ve meziyetlerini abarttığı söylenir, oysa genelde hayat onlara haksızlık etmiştir daha ziyade. Sofu ve kusursuz tanık ölüm, doğruluğun ve merhametin ışığında her insanda kötülükten çok iyilik olduğunu öğretir bize." Michelet'nin ölüm hakkındaki bu sözleri büyük ve karşılıksız bir aşkı izleyen ölümlerde daha da doğrudur belki. Bize onca acı çektirdikten sonra hiçliğe dönüşen kişi hakkında yaygın ifadeyle "bizim için ölmüştür" demek yeterli midir? Ölülerin ardından ağlar, onları daha da çok sever, geride bıraktıkları, bizi sık sık mezar başlarına sürükleyen büyünün karşı konulmaz cazibesine uzun süre maruz kalırız. Bize her şeyi yaşatmış olan, özüyle dolup taştığımız kişi ise aksine artık üzerimizden bir üzüntünün ya da sevincin gölgesini bile geçiremez. O bizim için ölüden de ötedir. Onu bu dünyadaki önemli tek şey olarak gördükten, lanetledikten, küçümsedikten sonra yargılamak artık bizim için imkânsızdır; hafızamızın fazlasıyla uzun zaman ona sabitlenmiş olan gözünde yüz hatları bile tam olarak canlanmaz. Ne var ki sevilen kişiye ilişkin bu yargı, öylesine değişmiş, kâh basiretiyle kör kalbimize işkence etmiş, kâh bu zalim uyumsuzluğa bir son vermek için kendi de körleşmiş olan bu yargı son bir değişim geçirmek durumundadır. Tıpkı ancak bir tepeden görülebilen manzaralar gibi, bizim için hayatın ta kendisiyken ölüden öte hale geçmiş kişinin gerçek değeri de ancak bağışlamanın yüksek konumundan görülebilir. Daha önce sadece aşkımıza karşılık vermediğini bilirken şimdi bize gerçek bir dostluk beslediğini anlarız. Onu güzelleştiren hatıra değildir, aşk ona haksızlık etmiştir. Her şeyi isteyen ve elde edecek olsa her şeyle de yetinmeyecek kişi için birazını elde etmek abes bir zulümdür. Şimdi anlarız ki o biraz, bizim bütün umutsuzluğumuzun, ironimizin, ve sürekli zorbalığımızın yıldıramadığı sevgilinin cömert bir armağanıymış meğer. Bize karşı hep sevecen olmuştur. Bizi sevmediği için anlamasının da mümkün olmadığını sandığımız kişinin şimdi bize aktarılan birçok sözünü müsamahakâr, doğru ve büyüleyici buluruz. Oysa biz aksine onun hakkında bencilce, haksız ve katı sözler etmişizdir. Zaten ona çok şey borçlu değil miyizdir? Aşkın muazzam gelgiti temelli çekilmiş olsa da, kendi içimizde dolaştığımızda garip, büyüleyici deniz kabukları toplayıp kulağımıza götürerek eskinin uçsuz bucaksız uğultusunu artık acı çekmeden, hüzünlü bir hazla dinlememiz mümkündür. O zaman sevmekten çok sevilmesi bizim için talihsizlik olan kadını duygulanarak düşünürüz. Artık bizim için "ölüden de öte" değildir. Sevgiyle hatırladığımız bir ölüdür. Adaletli olmak gerekirse ona ilişkin fikrimizi düzeltmemiz şarttır. Ve o da ataletin kadirimutlak fazileti sayesinde kalbimizde ruhen dirilir ve ondan uzakta, sükûnet içinde, gözümüzde yaşlarla yürüttüğümüz son yargılamada hazır bulunur.


Marcel Proust / Hazlar ve Günler - Özlemler Zaman Rengi Tahayyüller

* Görsel : mistymidnight

6 Eylül 2014 Cumartesi

Katıksız Eril ve Katıksız Dişil Öğeler - Hamlet'e Dair

İnsan yavrusunun gelişiminde ben olmaya başlarken katıksız dişil öğenin nesne ilişkisi bütün deneyimlerin en basiti olan var olma deneyimini kurar. Burada kuşaklar arasında gerçek bir süreklilik görülür; var olma kadın ve erkeklerdeki, kız ve erkek bebeklerdeki dişil öğe yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu daha önce de söylendi ama her zaman kadınlar ve kızlar açısından söylendi; bu da meseleyi yanlış yöne sevk etti. Çünkü aslında hem erkeklerdeki hem de kadınlardaki dişil öğelerle ilgili bir mesele bu.
Buna karşılık eril öğenin nesneyle ilişkisi ayrılmışlığı gerektirir. Ben örgütlenmesi ortaya çıkar çıkmaz bebek nesneye ben olmama ya da ayrı olma niteliğini yükler ve hayal kırıklığından kaynaklanan öfke de dahil olmak üzere id'ini çeşitli biçimlerde tatmin eder. Dürtü tatmini nesnenin bebekten ayrılığını pekiştirir ve nesnenin nesneleştirilmesine yol açar.

Kız ya da oğlan bebek ya da hastadaki kız öğesi memeyi bulduğunda aslında kendilik bulmuş demektir. Eğer "kız bebek memeyle ne yapar?" diye sorulacak olursa, bunun cevabı şu olmalıdır: Bu kız öğesi memenin kendisidir, memeyle annenin özelliklerine sahiptir ve arzu uyandırıcıdır. Zamanla arzu uyandırıcı demek yenilebilir demek olur; bu da bebeğin arzu uyandırıcı ya da daha sofistike bir ifadeyle heyecan verici olduğu için tehlikede olduğu anlamına gelir. Heyecan verici olmak, birinin eril öğesine bir şey yaptırtmaya eğilimli olmaktır. Bu nedenle bir erkeğin penisi, kızda eril öğe faaliyeti yaratan heyecan verici bir dişil öğe olabilir. Ama (bunu açıkça belirtmek gerekir) hiçbir kız ya da kadın böyle değildir; sağlıklıyken kızda da oğlanda da değişik miktarda kız öğesi vardır. Ayrıca işin içine kalıtım faktörü de girer, bu yüzden de bir oğlanın yanında duran kızdan daha güçlü bir kız öğesine sahip olması, kızın katıksız dişil öğe potansiyelinin ise daha az olması mümkündür. Buna bir de annelerin iyi memenin ya da annelik işlevinin iyi meme tarafından simgeleştirilen parçasının arzu uyandırıcılığını iletme kapasitelerindeki farklılıkları eklersek, bazı oğlan ve kızların biyolojik koşullarının yanlış tarafına yüklenmiş orantısız bir biseksüellikle birlikte büyümeye mahkûm olduklarını görebiliriz.

Aklıma şu soru geliyor: Hamlet'in kişiliğini ve karakterini resmederken Shakespeare esas olarak neyi anlatmak istiyordu?

Hamlet, esasen Hamlet'in kendini içinde bulduğu korkunç ikilemle ilgilidir; bir savunma mekanizması olarak içinde oluşan çözülme yüzünden de bu ikilemden çıkamamaktadır. Hamlet rolünü bunu göz önünde bulundurarak oynayan bir aktörü izlemek hoş olurdu. Bu aktör ünlü tiradın ilk dizesini özel bir biçimde söylerdi: "Olmak ya da olmamak..." Derinliği ölçülemeyen bir şeyin en dibine ulaşmaya çalışırcasına "Olmak, ... ya da ..." der ve burada biraz dururdu, çünkü Hamlet karakteri aslında alternatifi bilmez. En sonunda da biraz bayağı sayılabilecek alternatifi dile getirirdi: "... ya da olmamak"; sonra da onu herhangi bir yere götüremeyecek olan yolculuğuna çıkardı. "Acep hangisi, nefsine destur deyip karayazının / Oklarını, güllelerini sineye çekmek mi, yoksa / Bu belâ deryasına karşı isyan etmek mi / Yaraşır insan olana? (3. Perde, 1. Sahne). Hamlet burada sadomazoşist alternatife geçmiş ve başladığı temayı bir yana bırakmıştır. Oyunun devamı sorunun uzun uzadıya işlenmesinden ibarettir. Şunu kastediyorum: Hamlet bu evrede "Olmak" düşüncesine bir alternatif ararken betimlenir. Kişiliğinde babasının ölümüne kadar, zengin kişiliğinin değişik yönleri olarak bir arada, uyum içinde yaşamış olan eril ve dişil öğeleri arasında ortaya çıkan çözülmeyi ifade etmenin bir yolunu aramaktadır. Evet farkındayım, sanki bir sahne karakterinden değil de bir kişiden söz ediyormuş gibi yazıyorum ister istemez.
Bence bunun zor bir tirad olmasının nedeni, Hamlet'in kendisinin içinde bulunduğu ikilemden çıkmasını sağlayacak ipucuna sahip olmamasıdır, çünkü bu ipucu Hamlet'in durumunun değişmesinde yatmaktadır. Shakespeare bu ipucuna sahipti, ama Hamlet Shakespeare'in oyununu seyredemezdi.
Oyuna bu açıdan bakılırsa Hamlet'in Ophelia'ya olan tutumundaki değişiklik ve ona karşı acımasızlığı şöyle yorumlanabilir: Hamlet artık bölünmüş ve Ophelia'ya devredilmiş olan kendi dişil öğesini insafsızca reddetmektedir; bu arada istemediği eril öğesi bütün kişiliğini işgal etmeye başlamıştır. Ophelia'ya karşı acımasızlığı, Hamlet'in kendi bölünmüş dişil öğesini terk etme konusundaki isteksizliğini gösteriyor olabilir.
O halde Hamlet'e içinde bulunduğu ikilemin doğasını gösterebilecek olan şey (eğer okuyabilse ya da sahnede izleyebilseydi) oyunun kendisiydi. Oyun içindeki oyun bunu yapmayı başaramadı.; bence bu oyunu Hamlet, trajedinin meydan okuduğu eril öğesini (ki trajedi de bu eril öğeyle iç içe dokunmuştur) hayata geçirmek amacıyla sahnelenmişti.
Shakespeare'in kendisinde de görülen bu ikilemin sonelerinin içeriğinin ardındaki sorunu oluşturduğu söylenebilir. Ama bunu söylemek, sonelerin esas özelliğini, yani şiiri görmezden gelmek, hatta şiire hakaret etmek demek olur. Gerçekten de Profesör L.C. Knights'ın (1946) ısrarla üzerinde durduğu gibi oyun kişileri sanki tarihte gerçekten yaşamış kişiler gibi ele alındığında oyunlardaki şiir kolayca unutulabilmektedir.


D.W. Winnicott / Oyun ve Gerçeklik

* Görsel : Dobie

5 Eylül 2014 Cuma

Oyun ve Gerçeklik

     Oyun oynama fikrini kavrayabilmek için küçük bir çocuğun oynama tarzının değişmez özelliği olan takıntıyı ele almak yararlı olacaktır. İçerik önemli değildir. Önemli olan, daha büyük çocuklarla yetişkinlerin konsantrasyonunu andıran, neredeyse dış dünyadan çekilme denebilecek durumudur. Oynayan çocuk, kolayca terk edilemeyen, dışarıdan müdahalelere de pek açık olmayan bir alanda ikamet eder. Bu oyun alanı iç ruhsal gerçeklik değildir. Bireyin dışındadır, ama dış dünya da değildir. Çocuk bu oyun alanına dış gerçeklikten nesneler ya da olgular taşır ve bunları içsel ya da kişisel gerçeklikten gelen bir örneğe hizmet edecek şekilde kullanır. Çocuk varsanı görmeksizin, rüya potansiyelinden bir örnek yaratır ve dış dünyadan seçtiği parçalardan oluşan bir ortam içinde bu örnekle birlikte yaşar. Çocuk oynarken dışsal olguları rüyaya hizmet edecek biçimde kullanır ve bu seçilmiş dışsal olgulara rüyaya özgü bir anlam ve duygu yükler.

     Oyun oynama güveni içerir ve (başlangıçta) bebek ile anne figürü arasındaki potansiyel mekândan kaynaklanır; burada bebek neredeyse mutlak bir bağımlılık durumu içindedir ve anne figürünün kendisine uyum göstereceğine kesin gözüyle bakar.

     Geçiş olgularından oynamaya, oynamadan başkalarıyla birlikte oynamaya, buradan da kültürel deneyimlere giden dolaysız bir gelişim söz konusudur.

Psikoterapi iki oyun alanının, hastanın ve terapistin oyun alanlarının örtüştüğü yerde gerçekleşir. Psikoterapi birlikte oynayan iki kişiyle ilgilidir. Bunun mantıksal sonucu da, oyun oynamanın mümkün olmadığı yerde terapistin yaptığı işin hastayı oyun oynayamayacak durumdan oyun oynayabilecek duruma getirmeye yönelik olmasıdır.

     Sağlığın göstergesi olan ve evrensel olan şey oyundur; oyun oynama büyümeye, dolayısıyla da sağlığa katkıda bulunur, grup ilişkilerine girmeyi sağlar, psikoterapide bir iletişim biçimi olabilir ve son olarak psikanaliz oyun oynamanın insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden çok özel bir biçimi olarak gelişmiştir.

     Doğal olan oyun oynamadır; psikanalizse yirminci yüzyıla özgü son derece karmaşık bir olgudur. Sadece Freud'a değil aynı zamanda oyun oynama denen doğal ve evrensel şeye de ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu analiste sürekli hatırlatmakta fayda vardır.



D.W. Winnicott / Oyun ve Gerçeklik

İlk Bağ

Hiçbir şeydi ilkin. Yoktu. İki bedendeki farklı iki hücreydiler bağlanmadan önce birbirlerine. Biri milyonlarcası arasından sıyrılmış...