16 Ağustos 2015 Pazar

Ruh'a Dair


Eski inanışa göre ruh, insan yaşamını özümlerdi; fiziksel ve uzamsal yapıya, yani bedene gebelik sırasında girer ve onu son solukla birlikte terk ederdi. Ruh, uzamda yer tutmadığı ve yaşam verdiği bedenden hem önce hem sonra var olduğu için zaman alanında yer alır, ölümsüzlük niteliğini taşırdı.

Bu inanış, bilimsel modern psikoloji açısından katıksız bir yanılsamadır. Şimdi, eski ya da yeni, "metafizik" alana dalmadan, bu eski inanış içinde deneysel olarak doğrulanmış olanları yan tutmadan araştıralım.

İnsanın, deneylerine verdiği adlar bütünüyle açıklayıcıdır. Seele (ruh) sözcüğü nereden geliyor? Almanca Seele (ruh), İngilizce'deki soul gibi, Got dilinde saiwala, Eski Almanca'da saiwolo, Eski Yunanca'da ise hareketli, alacalı, parıldayan anlamında aiolos idi. Eski Yunanca'daki psyche sözcüğü, "kelebek" anlamına gelir. Saiwolo, eski Slavca'daki sila sözcüğünden türemiştir; sila "güç" demektir. Bu ilişkiler, Seele (ruh) sözcüğünün, kökensel anlamını gün ışığına çıkarıyor: Ruh, hareketli bir güç, yaşam veren bir güçtür.

Latince'deki animus ruh ve anima can, Eski Yunanca anemos rüzgâr sözcüğüyle aynı kökendendir. Rüzgâr anlamına gelen diğer Eski Yunanca sözcük, pneuma aynı zamanda ruh anlamına da gelir. Got dilinde us-anan, ausatmen soluk vermek ve Latince'de an-helare güçlükle soluk vermek anlamındadır. Eski yüksek Almanca'da spiritus sanctus yerini atum, atem yani soluk sözcüğüne bıraktı. Arapça'da ise rüzgâr anlamına gelen ruh ve rin sözcükleri var. Eski Yunanca psyche sözcüğünün yakın biçimleri de şöyledir: Psycho üflemek, psychos serin, psychros soğuk ve physa körük. Latince, Eski Yunanca ve Arapça dillerinde ruha verilen ad, "hareketli rüzgâr", "canların dondurucu soluğu" anlamlarına geliyor.

İlkellerde de ruh, görünmeyen soluklardan oluşmuş bir beden demektir.

Kolaylıkla anlaşılıyor ki yaşamın belirtisi olan soluk alma, hareket ya da hareketin yaratıcı gücüyle aynı değerde olan ruhu anlatmaya yarıyor. Bir başka ilkel inanış, yaşamın bir diğer belirtisi sıcaklık olduğuna göre, ruhu ateş ya da alev olarak kabul eder. Bir başka inanış da, tuhaf ama, sık rastlanır. Ruh ile adı özdeşleştirir. Kişinin adı ruhu sayıldığından, yeni doğan bebeklere atalarının ruhunu canlandırmak için onların adı verilirdi. Bu inanış, parçayı bütünle, bilinçli Ben'i ruhla özdeş kılmaya yöneliktir; ruh, karanlık derinliklerle ve insan gölgesiyle öylesine sık karıştırılmıştır ki, birine öldürücü saldırıda bulunmak isteyen onun gölgesine ayağıyla basar olmuştur. Bu nedenle, tam öğle zamanı (güney yarımkürede ruhların saati) tehlikeli saattir; gölgenin küçülmesi, yaşamın tehlikeye düşmesiyle eş anlamlıdır. Gölge, eski Yunanlıların synopados dedikleri şeyi belirtir. Bu, peşiniz sıra sizi izleyen bir şeydir, bir varlığın duyumsanmaz belirtisidir: ölenlerin ruhları da kimi zaman gölge olarak adlandırılmaz mı?

Bu açıklamalar, özgün sezginin ruh kavramını nasıl oluşturduğunu göstermeye yeterlidir. Ruh, bir yaşam kaynağı, doğaüstü ama nesnel bir varlık olarak beliriyor. İlkel insanın, ruhuyla konuşmasını ancak böyle açıklayabiliriz: Ruhun kendine özgü bir sesi vardır. Ruh nesnel bir şeydir, varolma nedenini kendi içinde taşıyan ani bir parıldamadır; özgün deneyde bu nitelikle ele alınır, sandığınız gibi öznelin ve keyfe bağlılığın yücelmesiyle değil.


Deneysel açıdan bütünüyle doğrulanmış olan bu inanış, yalnız ilkel basamakta değil, uygar insanda da bulunur; nesnelliğiyle belirir ruh. Bilincin keyfiliğini büyük ölçüde etkiler. Örneğin; coşkularımızın çoğuna set çekmek, kötü huylarımızı iyiye çevirmek, rüyalarımıza buyurmak ya da buyurmamak elimizde değildir. Dünyanın en akıllı insanı bile, tüm isteğine karşın, tek başına, kapldığı düşüncelerden kendini kurtarmayı başaramaz. belleğimiz, yalnızca ve yalnızca edilgen bir hayranlıkla katıldığımız en delice düşüncelere açıktır; hiç aramadığımız ve beklemediğimiz halde fanteziler zihnimizde beliriverir. Kuşkusuz kendi evimizin efendisi olmaktan hoşlanırız. Aslında, ürkütücü ölçülerde bilinçaltı ruhumuzun işlevine, onun güçlerine ve güçsüzlüklerine bağlıyızdır...

Bu olgu, ruhta yalnız nesnel değil keyfi bir özerk gerçeklik de gören eski inanışı pek güzel doğrulamaktadır. Bu kanı, söz konusu gizemli ve kaygı verici özelliğin hem yaşamın kaynağı olduğu düşüncesiyle, hem de Ben'in ve bilincin bilinçaltı yaşamdan ortaya çıktığı deneyi ile birleşir; küçük çocuk, "Ben" bilincinden yoksun bir ruhsal yaşam gösterir, bu nedenle de yaşamın ilk yıllarından pek az iz kalır... İlkel insan, yaşamın kaynağını ruhunun derinliklerinde duyumsar; yaşamını canlandıran ruhun işlerliğinin, varlığının en uç noktalarına dek uzandığını bilir; bu nedenle, ruhu etkileyen her şeyi, niteliklerin büyülü kullanımlarını saflıkla kabullenir. Ona göre ruh, salt yaşamdır; yaşamla olan tüm ilintilerinden bağımsız görür kendini.

Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesinin, bize ters gelse de, ilkel deneyciliği şaşırtıcı hiçbir yanı yoktur. Kuşkusuz, ruh tuhaf bir şeydir; uzamda yer tutmaz, oysa her var olan şeyin belirli bir yeri kapladığını biliriz. düşüncelerimizin zihnimizde yer aldığından eminiz, oysa duygularımız konusunda kararsızız. Çünkü onların daha çok yürek yöresinden kaynaklandığını sanırız. Duyumlara gelince, onlar bedenin tümünden ortaya çıkar. Kuramımız, bilincin kafa içinde yer aldığını öngörür. İnsanların yürekleriyle düşündüğüne inanan Pueblo Kızılderelileri bana, Amerikalılar'ın kafalarıyla düşündüklerine inandıkları için deli olduklarını söylemişlerdi. Kimi zenci kabileleri ruhun ne kafada ne yürekte yer aldığına inanırlar, onlara göre ruh karnın içindedir.

Uzamsal yer kararsızlığına, gitgide artan ve duyumsamadan uzaklaşan ruhsal durumların yöresel görünümü de katılır. Örneğin; bir düşüncenin boyutları nedir? Küçük müdür, büyük mü? Uzun, ince, ağır, akıcı, düz, yuvarlak ya da başka bir biçim midir? Eğer, uzam içinde dört boyutlu bir görünüm arıyorsak, buna en iyi örnek kuşkusuz düşüncedir.

Bu arada ruhu yadsıma olanağı bulunsaydı, her şey ne denli basitleşecekti! Oysa, ölçülebilir ve tartılabilir, üç boyutlu dünyamızın bağrından çıkan, hiçbir görüş açısından ve hiçbir ögesinde bu gerçekle bağdaşmayan ama bütünüyle onu yansıtan, yaşayan bir tür şeyin apansız deneyimiyle karşı karşıya bulunuyoruz burada. Ruh, bir nokta da olur, gezegensel dünyanın enginliği de. Tanrısallığa ulaşan böylesine çelişkili bir varlığa dayalı saf sezgiyi kötülemek mi gerek? Eğer ruh uzamın sınırında ise nesnesizdir. Nesneler ölür, ama görünmez bir şey nasıl yok olacaktır? Ayrıca, yaşam ve ruh, düşlerin ve diğer varlıkların tanıklığıyla, benden önce varolmuş ve benden sonra da varolacaktır. Oysa "Ben", uyku ve baygınlık sırasında yok olur. Bu durumda ilkel sezgi ruhun bedende yer aldığı inanışını niçin yadsısın?


Carl Gustav Jung / İnsan Ruhuna Yöneliş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İlk Bağ

Hiçbir şeydi ilkin. Yoktu. İki bedendeki farklı iki hücreydiler bağlanmadan önce birbirlerine. Biri milyonlarcası arasından sıyrılmış...