Eski inanışa göre ruh, insan yaşamını özümlerdi; fiziksel ve
uzamsal yapıya, yani bedene gebelik sırasında girer ve onu son solukla birlikte
terk ederdi. Ruh, uzamda yer tutmadığı ve yaşam verdiği bedenden hem önce hem
sonra var olduğu için zaman alanında yer alır, ölümsüzlük niteliğini taşırdı.
Bu inanış, bilimsel modern psikoloji açısından katıksız bir
yanılsamadır. Şimdi, eski ya da yeni, "metafizik" alana dalmadan, bu
eski inanış içinde deneysel olarak doğrulanmış olanları yan tutmadan
araştıralım.
İnsanın, deneylerine verdiği adlar bütünüyle açıklayıcıdır.
Seele (ruh) sözcüğü nereden geliyor? Almanca Seele (ruh), İngilizce'deki soul
gibi, Got dilinde saiwala, Eski Almanca'da saiwolo, Eski Yunanca'da ise
hareketli, alacalı, parıldayan anlamında aiolos idi. Eski Yunanca'daki psyche
sözcüğü, "kelebek" anlamına gelir. Saiwolo, eski Slavca'daki sila
sözcüğünden türemiştir; sila "güç" demektir. Bu ilişkiler, Seele
(ruh) sözcüğünün, kökensel anlamını gün ışığına çıkarıyor: Ruh, hareketli bir
güç, yaşam veren bir güçtür.
Latince'deki animus ruh ve anima can, Eski Yunanca anemos
rüzgâr sözcüğüyle aynı kökendendir. Rüzgâr anlamına gelen diğer Eski Yunanca
sözcük, pneuma aynı zamanda ruh anlamına da gelir. Got dilinde us-anan,
ausatmen soluk vermek ve Latince'de an-helare güçlükle soluk vermek anlamındadır.
Eski yüksek Almanca'da spiritus sanctus yerini atum, atem yani soluk sözcüğüne
bıraktı. Arapça'da ise rüzgâr anlamına gelen ruh ve rin sözcükleri var. Eski
Yunanca psyche sözcüğünün yakın biçimleri de şöyledir: Psycho üflemek, psychos
serin, psychros soğuk ve physa körük. Latince, Eski Yunanca ve Arapça
dillerinde ruha verilen ad, "hareketli rüzgâr", "canların
dondurucu soluğu" anlamlarına geliyor.
İlkellerde de ruh, görünmeyen soluklardan oluşmuş bir beden
demektir.
Kolaylıkla anlaşılıyor ki yaşamın belirtisi olan soluk alma,
hareket ya da hareketin yaratıcı gücüyle aynı değerde olan ruhu anlatmaya
yarıyor. Bir başka ilkel inanış, yaşamın bir diğer belirtisi sıcaklık olduğuna
göre, ruhu ateş ya da alev olarak kabul eder. Bir başka inanış da, tuhaf ama,
sık rastlanır. Ruh ile adı özdeşleştirir. Kişinin adı ruhu sayıldığından, yeni
doğan bebeklere atalarının ruhunu canlandırmak için onların adı verilirdi. Bu
inanış, parçayı bütünle, bilinçli Ben'i ruhla özdeş kılmaya yöneliktir; ruh,
karanlık derinliklerle ve insan gölgesiyle öylesine sık karıştırılmıştır ki,
birine öldürücü saldırıda bulunmak isteyen onun gölgesine ayağıyla basar
olmuştur. Bu nedenle, tam öğle zamanı (güney yarımkürede ruhların saati)
tehlikeli saattir; gölgenin küçülmesi, yaşamın tehlikeye düşmesiyle eş
anlamlıdır. Gölge, eski Yunanlıların synopados dedikleri şeyi belirtir. Bu,
peşiniz sıra sizi izleyen bir şeydir, bir varlığın duyumsanmaz belirtisidir:
ölenlerin ruhları da kimi zaman gölge olarak adlandırılmaz mı?
Bu açıklamalar, özgün sezginin ruh kavramını nasıl
oluşturduğunu göstermeye yeterlidir. Ruh, bir yaşam kaynağı, doğaüstü ama
nesnel bir varlık olarak beliriyor. İlkel insanın, ruhuyla konuşmasını ancak
böyle açıklayabiliriz: Ruhun kendine özgü bir sesi vardır. Ruh nesnel bir şeydir,
varolma nedenini kendi içinde taşıyan ani bir parıldamadır; özgün deneyde bu
nitelikle ele alınır, sandığınız gibi öznelin ve keyfe bağlılığın yücelmesiyle
değil.
Deneysel açıdan bütünüyle doğrulanmış olan bu inanış, yalnız
ilkel basamakta değil, uygar insanda da bulunur; nesnelliğiyle belirir ruh.
Bilincin keyfiliğini büyük ölçüde etkiler. Örneğin; coşkularımızın çoğuna set
çekmek, kötü huylarımızı iyiye çevirmek, rüyalarımıza buyurmak ya da buyurmamak
elimizde değildir. Dünyanın en akıllı insanı bile, tüm isteğine karşın, tek
başına, kapldığı düşüncelerden kendini kurtarmayı başaramaz. belleğimiz,
yalnızca ve yalnızca edilgen bir hayranlıkla katıldığımız en delice düşüncelere
açıktır; hiç aramadığımız ve beklemediğimiz halde fanteziler zihnimizde beliriverir.
Kuşkusuz kendi evimizin efendisi olmaktan hoşlanırız. Aslında, ürkütücü
ölçülerde bilinçaltı ruhumuzun işlevine, onun güçlerine ve güçsüzlüklerine
bağlıyızdır...
Bu olgu, ruhta yalnız nesnel değil keyfi bir özerk gerçeklik
de gören eski inanışı pek güzel doğrulamaktadır. Bu kanı, söz konusu gizemli ve
kaygı verici özelliğin hem yaşamın kaynağı olduğu düşüncesiyle, hem de Ben'in
ve bilincin bilinçaltı yaşamdan ortaya çıktığı deneyi ile birleşir; küçük
çocuk, "Ben" bilincinden yoksun bir ruhsal yaşam gösterir, bu nedenle
de yaşamın ilk yıllarından pek az iz kalır... İlkel insan, yaşamın kaynağını
ruhunun derinliklerinde duyumsar; yaşamını canlandıran ruhun işlerliğinin,
varlığının en uç noktalarına dek uzandığını bilir; bu nedenle, ruhu etkileyen
her şeyi, niteliklerin büyülü kullanımlarını saflıkla kabullenir. Ona göre ruh,
salt yaşamdır; yaşamla olan tüm ilintilerinden bağımsız görür kendini.
Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesinin, bize ters gelse de, ilkel
deneyciliği şaşırtıcı hiçbir yanı yoktur. Kuşkusuz, ruh tuhaf bir şeydir;
uzamda yer tutmaz, oysa her var olan şeyin belirli bir yeri kapladığını
biliriz. düşüncelerimizin zihnimizde yer aldığından eminiz, oysa duygularımız
konusunda kararsızız. Çünkü onların daha çok yürek yöresinden kaynaklandığını
sanırız. Duyumlara gelince, onlar bedenin tümünden ortaya çıkar. Kuramımız,
bilincin kafa içinde yer aldığını öngörür. İnsanların yürekleriyle düşündüğüne
inanan Pueblo Kızılderelileri bana, Amerikalılar'ın kafalarıyla düşündüklerine
inandıkları için deli olduklarını söylemişlerdi. Kimi zenci kabileleri ruhun ne
kafada ne yürekte yer aldığına inanırlar, onlara göre ruh karnın içindedir.
Uzamsal yer kararsızlığına, gitgide artan ve duyumsamadan
uzaklaşan ruhsal durumların yöresel görünümü de katılır. Örneğin; bir
düşüncenin boyutları nedir? Küçük müdür, büyük mü? Uzun, ince, ağır, akıcı,
düz, yuvarlak ya da başka bir biçim midir? Eğer, uzam içinde dört boyutlu bir
görünüm arıyorsak, buna en iyi örnek kuşkusuz düşüncedir.
Bu arada ruhu yadsıma olanağı bulunsaydı, her şey ne denli
basitleşecekti! Oysa, ölçülebilir ve tartılabilir, üç boyutlu dünyamızın
bağrından çıkan, hiçbir görüş açısından ve hiçbir ögesinde bu gerçekle
bağdaşmayan ama bütünüyle onu yansıtan, yaşayan bir tür şeyin apansız
deneyimiyle karşı karşıya bulunuyoruz burada. Ruh, bir nokta da olur,
gezegensel dünyanın enginliği de. Tanrısallığa ulaşan böylesine çelişkili bir
varlığa dayalı saf sezgiyi kötülemek mi gerek? Eğer ruh uzamın sınırında ise
nesnesizdir. Nesneler ölür, ama görünmez bir şey nasıl yok olacaktır? Ayrıca,
yaşam ve ruh, düşlerin ve diğer varlıkların tanıklığıyla, benden önce varolmuş
ve benden sonra da varolacaktır. Oysa "Ben", uyku ve baygınlık
sırasında yok olur. Bu durumda ilkel sezgi ruhun bedende yer aldığı inanışını
niçin yadsısın?
Carl Gustav Jung / İnsan Ruhuna Yöneliş